Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Uğur Tanyeli ile Artuklu’ya gidişi hakkında yaptığım söyleşi.
Ömer Yılmaz: Öncelikle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden neden ayrıldığınızı anlatabilir misiniz?
Uğur Tanyeli: Pekçok nedeni var. Örneğin, yüksek lisans ve doktora programını yürütmek zorlaşmaya başlamıştı. Hemen her gün bir sorunla uğraşmak durumunda kaldık. Dünyanın her yerinde öğrenciler yüksek lisans ve doktora programlarını diledikleri akademisyenle yürütür. Yıldız’da öğrencilere “onlara (özellikle Bülent Tanju’ya ve bana) neden gidiyorsunuz” denip başka adresler gösterilmeye başlandı. Bunun akademik ciddiyetle bağdaştığını söyleyemem. Böyle olunca da adım adım “Mimarlık Tarihi ve Kuramı” programının altı oyuluyordu. Öte yandan, dekanlıktan rektörlüğe ve enstitüye kadar uzanan ölçekte bazı anabilim dalı öğretim üyeleri gayriresmi şikayetler iletmekteydi. Kimi yüksek lisans öğrencileri derste bile hakkımızda uygunsuz bir üslupla konuştuklarını haber veriyordu. Aynı yöntemleri kullanarak karşı girişimlerde bulunmak bizim için tabii ki düşünülemezdi. Bunlar yeterli birer problemdi zaten. Ama, en önemlisi, profesörlük jürilerinin benzersiz oluşum hali ve kompozisyonu ve sonuçları oldu. Bunlar benim akademik olarak katlanabileceğim durumlar değildi. Ayrılmak kaçınılmaz olmuştu dersem doğru olacak galiba.
ÖY: İstanbul’da özel bir üniversiteye gidebilirdiniz, eminim size birçok teklif de gelmiştir. Neden bu teklifleri değerlendirmeyip kendinizi zora soktunuz?
UT: Elbette teklifler geldi. Öncelikle, buradaki hiçbir özel okulda bizim lisans öğretim sistemini değiştirme, yeniden biçimlendirme çabalarımız mümkün olamazdı. Çünkü yeni kurulan okullar bile eski okulların program ve yaklaşımlarını takip etmek istiyorlar, dolayısıyla ufak bir değişiklik yapmak bile zor olurdu. Farklı bir mimarlık lisans eğitimi yapmak gibi bir amacımız vardı; bize bu imkanı Mardin’de verdiler. İkincisi, buradaki özel üniversitelerin çoğunun yüksek lisans ve doktora programları neredeyse hiç yok; var olanların da mimarlık tarihi ve kuramı merkezli olması beklenemezdi. Aslında Mardin’e yüksek lisans ve doktora programı açmak üzere çağrılmıştık. Doğrusu bu da bize çekici geldi. Lisans tabii ki önemlidir. Ama akademik canlılık için yüksek lisans öğretimi gerekir. Ancak, hemen her okulda neredeyse aynı lisans eğitiminin yapılmaya başlandığı bir ortamda Mardin’de bu sistemi değiştirme imkanı sunuldu. Yeni kurulan bir okuldu ve hepsinden önemlisi Rektör Bey çok açık görüşlüydü, önyargısızdı. Orada kadroda bulunan diğer arkadaşlarımız da aynı zihin açıklığını paylaşıyorlardı. Birlikte bu düşünceleri gerçekleştirme imkanı tanıdılar. Bu fırsat olmasaydı zahmete girip o kadar uzağa gitmemiz söz konusu olmazdı.
ÖY: Halil İbrahim Düzenli bildiğim kadarıyla Karadeniz Teknik Üniversitesi’ndeydi (KTÜ). Söyleşiye gelmeden önce rektörün de daha önce KTÜ’de olduğunu ve beraber bir çalışma yaptıklarını okumuştum. Herhalde o bağlantıyla rektör Mardin’e atandıktan sonra Halil İbrahim’i oraya alıyor. Biz böyle duyduk, bunun doğruluğu nedir, bu konuya bir açıklık getirebilir misiniz?
UT: Onların birbirlerini nasıl ve ne kadar tanıdıklarını doğrusu bilmiyorum. Ama, Halil İbrahim Düzenli’nin bizi gerçek anlamda derdest edip Mardin’e götürdüğünü söyleyebilirim.
ÖY: Halil İbrahim Düzenli sizin öğrencinizdi değil mi?
UT: Bizden bir yıl kadar doktora dersleri almıştı, ondan önce tanışıklığımız yoktu. Öncelikle parlak kişiliği ve aleladeden uzak entelektüel ilgileri ve kapasitesi olduğunu rahatça söyleyebilirim. Onun varlığı bir şanstır. Büyük ölçüde aradaki bağlantıyı o sağladı. Ama bu arada hakkını vermem gerekir ki, Rektör Bey de bize telefon açıp bizzat davet etti. İtiraf edeyim, bir yerde emir komuta zinciri içinde “şunu yap” denirken, diğer tarafta incelikle davet ediliyor olmak bana çok iyi geldi. Bunun akademik meselelerde önemli olduğuna inanıyorum. Bir yerde çalışmak için, öncelikle ortada bir kadroyu doldurmaktan fazla bir akademik talep olup olmayışı ve talebin dile getiriliş biçimi önemlidir. Yoksa sadece devletten maaş almak için bir yere gitmeye herhalde gidenlerin hiçbirinin ihtiyacı yok. Açıkcası devlet üniversitesi maaşını nerede olsak alabileceğimizi söylemek kimseye hakaret olmaz.
ÖY: Vakıfla devlet üniversitesi karışımı üniversiteler türemeye başladı. Ben Artuklu’nun da öyle bir üniversite olduğunu düşünmüştüm. Ama orası bildiğimiz devlet üniversitesi sanırım. Maaşınız devlet üniversitesi maaşı olacak, burada yaşamaya devam edeceksiniz, uçak bileti gibi masraflarınızı da kendiniz karşılayacaksınız. Öyle değil mi? Bu aslında sizin için oldukça masraflı olsa gerek.
UT: Belki, ancak önemli olan gerçekten anlamlı bir iş yapabileceğimizi hissetmekti. YTÜ’de artık anlamlı bir iş yapabileceğimize dair içimizde bir inanç kalmadı. Açıkçası, benim sessizce bekleyip emekliliğime kadar zaman geçirmeye niyetim yoktu.
“Mimarlık lisans eğitimi 20 öğrencisi ile geçen sene başladı, bu yıl ikinci kez öğrenci alıyor”
ÖY: Hem farklı bir lisans eğitimi vermek istedeğinizi, hem de doktora ve yüksek lisans eğitimlerini önemsediğinizi belirttiniz. İki ayrı kanalda yürüyen bir iş var o zaman burada. Konuşmaya lisans eğitiminden başlayabilir miyiz? Farklıklar neler olacak?
UT: Böyle bir programı tabii ki ders ders anlatamam, ama içeriği bağlamında şunları söyleyebilirim: Temel meselemiz tasarım ve kuramdan oluşan ikili bir yapı kurmaktı. Başka okullarda olduğu gibi, sözgelimi yapı disiplininin de aynı derecede katkıda bulunduğu, örneğin statik mukavemet dersinin de diğer derslerle eşdeğer olduğu bir sistem yerine, gerçekte öğretimin tasarımsal ağırlıklı olduğu, iki temel bölgede ağırlık taşıyacağı bir sistemi kurmak istiyoruz. Yani eğitim tasarım ağırlıklı ve mimarlık tarihi ve kuramı, en genelde sosyal bilimler ağırlıklı yürüsün istiyoruz. Zaten bizden önce de o amaçlanmıştı. Şimdiyse öyle bir kadro oldu ki, Türkiye’nin en geniş mimarlık tarihi ve sosyal bilim kadrolarından birini barındıran bir okul olacağız neredeyse.
ÖY: Bana göre sizin varlığınız bile kuramı desteklemeye yeter, kaldı ki kadronuz oldukça zengin. Ama tasarım konusundaki kadronuzu tanımıyoruz. Programın bu konuda bilindik isimlerle desteklenmesi sözkonusu olacak mı?
UT: Bir grup insanın gelip giderek katkıda bulunacağını biliyorum. Tam kadroyu şimdilik söyleyemem, fakat bize destek vermek isteyen önemsediğimiz isimler var. Açıkcası benim mimarlık tarihi ve kuramı dışına çıkmak gibi bir niyetim yok, ama Bülent Tanju’nun tasarım eğitimine de katkıda bulunmak istediğini biliyorum. Zaten bir kuramcının tasarım alanında öğretim faaliyetine geçmek istemesi başlı başına bir erdem sayılır. Türkiye’de de ender görülen bir durum. Kadromuz tasarım açısından da yeterli. Dünyanın hiçbir yerinde yüzlerce öğretim üyesinin bulunduğu mimarlık okulları yok. Bu Türkiye’ye özgü bir durum. Bizim Artuklu’da kesinleşmiş kadromuz 24 kişi. Zaten bir mimarlık okulunda bundan daha fazla öğretim üyesini gerektirecek bir durum bence yok. Türkiye’de öğretim üyesi sayısının artması öğrenci sayısının da artması demek oluyor. Öğretim üyesi sayısı ile öğrenci sayısının yarışa girdiği bir sistemde zaten mimarlık eğitiminin adabıyla yapılma şansı yok.
ÖY: Kuram ve tasarım ağırlıklı olacak dediniz, yapı bilgisi biraz daha geri planda mı kalacak?
UT: Hayır, benim düşündüğüm, yapı bilgisinin bağımsız, teorik bir ders olmak yerine, bizatihi bir tasarım projesinin kapsamında olmasıdır. Yapının tasarımdan özerk bir konstrüksiyon bilgisi olarak okutulduğu 1910′ların Alman sisteminin artık ölmesi gerektiğine inanıyorum. Ama, Artuklu adına konuşacak tek kişi tabii ki ben değilim.
ÖY: Bu bakış açısına eleştiri gelebilir, hem de gerçekten işin ucu kaçırılıp teknik olarak donanımsız mimarların yetiştirilmesi riski oluşabilir. Bunu nasıl önleyeceksiniz?
UT: Zaten yapı yapma pratiğinin ancak temelde bir tasarım sorunu olarak öğretilebileceğine inanıyorum. Bir konstrüksüyonun tamamlanması için gereken bilgiyi, dünyanın hiçbir yerinde, lisans eğitimde vermeye kalkışan yok. Dünyada bunu becereceğini iddia eden okul da yok artık. Yani lisans düzeyinde bir öğrenciyi alacaksınız, tüm binayı –o bina ne kadar küçük olursa olsun- baştan sona inşa etmeyi öğreteceksiniz. Bu eğitimi verebilme iddiası gerçekçi değil. Dolayısıyla, yapıyı da aslında ait olduğu tasarım bölgesinin içine koymak gerekiyor. Demek istediğim, konstrüksiyon ve taşıyıcı sistem bilgisi gereksizdir değil; tam aksine, tasarım bilgisinden ayrılabilir nitelikte değildir.
ÖY: Kaç lisans öğrencisi alınacak ve program ne zaman açılacak?
UT: Lisansüstü eğitim için işlemler başladı. Lisans zaten ilk öğrencilerini geçen yıl aldı, bu yıl ikinci sınıf alınacak. Geçen yıl birinci sınıf 20 kişiyle başladı, bu yıl da 20 kişi alınacak. Bunun da olumlu olduğunu söyleyebilirim.
ÖY: Eğitim dili Türkçe mi? Çünkü Güneydoğu’daki okullarda eğitim dilini İngilizce yapıp Irak’tan, Suriye’den öğrenci alalım yaklaşımı var.
UT: Bize böyle bir talep gelmedi. Kaldı ki, Türkçe olarak başladı eğitim. Ama gelecekte ne olur bilinmez.
ÖY: Fakültede mimarlık dışında başka bölümler de olacak mı?
UT: Öncelikle mimarlık bölümünün sorunlarını çözmek istiyoruz. Şu aşamada farklı bir bölümün açılması ancak kuramsal bir niyet olarak var. Şehircilik veya kentsel tasarım gibi bir bölüm hemen açılsın diye bir hedef şu an yok.
ÖY: Temel mekansal tasarım eğitimi verip ondan sonra planlama veya peyzaj mimarı eğitimi verilebiliyor mu?
UT: Bir fakültenin içinde onu istediğiniz gibi biçimlendirebilirsiniz, ama şu aşamada öyle bir şey söz konusu değil. Öncelikle temel amacımız lisans ve mimarlık yüksek lisans programlarını biçimlendirmek.
Yüksek lisans programının adı “Mimari Tasarım”, doktora programı ise “Mimarlık Tarihi ve Kuramı”
ÖY: Yüksek lisans programına kaç öğrenci alacaksınız?
UT: Başlangıç olarak 5-10 kişiden fazla öğrenci olmayacak sanırım. Zaten tasarım yüksek lisansı yapmak istiyoruz. Doktora programı mimarlık tarihi ve kuramı adı altında olacak, master programı ise mimari tasarım programı adı altında gerçekleşecek. Yani, bir yüksek lisans programı, bir de doktora programı olacak.
ÖY: Mimarlık tarihi yüksek lisans programı düşünmüyorsunuz o zaman?
UT: Bu aşamada şöyle bir sistem kurmayı düşünüyoruz: Mimarlık yüksek lisans programı tezli ve tezsiz olmak üzere iki parçadan oluşuyor. Tezli olanda mimarlık tarihi ve kuramı ağırlıklı tezler yapmak zaten mümkün. Tezsiz olanı ise ağırlıklı biçimde tasarımsal ve kuramsal olacak. Tezsiz olduğu için tez hazırlanmayacak. Her ikisinde de projeye ağırlık verilecek. Devlet okullarından farklı olarak da proje ve tasarım ağırlığı öngördük. Kuramsal dersler tabii ki olacak, ama pek çok okulda projelerin bir tür araştırma projesi olma eğilimi var. Burada böyle olmayacak, projeler gerçekten tasarım projesi olarak biçimlenecek.
ÖY: Doktora ve yüksek lisans öğrencileri Türkiye’nin dört bir yanından gelecek herhalde değil mi? Bir öngörünüz oldu mu?
UT: Doktora ve yüksek lisans için böyle bir imkan olsa da, lisans için öyle bir şey söyleyemem. Lisansa daha çok yakın çevrenin öğrencileri gelecektir herhalde.
Eski Mardin Hükümet Konağı Mimarlığı ağırlayacak
ÖY: Bir de fiziksel olanakları soracağım. Şehir dışında bir kampüsünüz yapılıyor bildiğim kadarıyla, ama galiba Mimarlık şehir içinde olacakmış?
UT: Eski Mardin Hükümet Konağı restore ediliyor. Müthiş bir geç 19.-erken 20. yüzyıl Osmanlı kamu yapısı. Bu ders yılı başında restorasyon tamamlanacak ve mimarlık bölümü orada faaliyete başlayacak.
ÖY: O bina Mimarlık Fakültesi olacak değil mi?
UT: Aslında orada Mimarlık Mühendislik Fakültesi adıyla kurulmuş bir fakülte var, ancak tek bir bölümü var; o da mimarlık. Dolayısıyla aslında mimarlık fakültesi ve başarabilirsek, adını da Mimarlık Fakültesi olarak zaman içinde değiştirme yönünde hepimiz arkadaşlarımızla hemfikiriz.
ÖY: Üniversitenin sosyal bilimler ağırlıklı bir yapı olarak konumlanma niyeti var sanırım, değil mi?
UT: Bu bence çok akıllıca. Bizim burayı tercih etme sebeplerimizden biri de buydu. Burası bir sosyal bilimler üniversitesi olsun diyen bir yönetim var. Bu doğrultuda biçimlendirilmiş azımsanmayacak bir sosyal bilimler kadrosu var.
ÖY: Böyle bir mimarlık okulunun bulunduğu kente de proje ve fikir üretmesini beklemeli miyiz? Bu üretimi destekleyecek görüşmeler oldu mu? Vali veya Belediye Başkanı sizinle ilgilendi mi?
UT: Öyle bir şey olmadı. Kimse alınmasın, ama olmamasının da iyi olduğunu söyleyebilirim. Çünkü Türkiye’de mimarlık okulları genellikle bedava proje deposu olarak değerlendiriliyor. Yapılması gereken proje varsa, fakülte yapıversin biçiminde bir eğilim var. Bu, gerçekten o kentte piyasada mimarlıkla uğraşan insanların proje yapamamasına bile neden olabiliyor. Projeleri bedavaya getirme gibi bir imkana dönüşüyor mimarlık okulu. Ama okulun kente katkısı mutlaka olacaktır.
ÖY: Bir diğer sorum okulun pazarlanması konusu ile ilgili. İşin pazarlanmasını istiyor musunuz? Çünkü pazarlama bir bütçe gerektirir. Bir vakıf üniversitesinde bu çok zor, fakat Mardinliler vakıf içerisinde para toplamayı, yönetmeyi iyi beceriyorlar. Üniversite böyle bir yöne gidecek mi? Mimarlık Fakültesi’ni destekleyen bir vakıf olacak mı?
UT: Şu anda böyle bir şey söz konusu değil. İleride ne olur bilemiyorum, ama şu aşamada Mardin’in kendisi bile Türkiye içinde yeterince ilginç ve reklam değeri olan bir yer. Şöyle söyleyeyim: “Erzurum’a gidiyorum” deseydim aynı derecede ilginç gelmezdi belki, ama “Mardin’e gidiyorum” deyince, “a, biz de gelelim” diyenler oluyor. Pazarlama değil de, Mardin’in PR’ını yapmak daha kolay gözüküyor. Bizim dünyadaki başka okullar gibi bunu “starlar”ı toplayarak yapma olanağımız yok. Türkiye’de bunu Bilgi Üniversitesi mimarlık yüksek lisans programında kullandı. Türk ünlü mimarlarını bir araya getiririm, proje dersi verdiririm dedi ve bunu bir ölçüde başardı.
ÖY: Tam olarak Bilgi’nin yaptığı gibi denemez mesela AA’in parametrik tasarımla, yaptığı workshoplar ile öne çıkması gibi öyle bir yapılanmayla öne çıkma söz konusu olabilir mi?
UT: Bizim tüm ağırlığımızın kuramda olduğunu söylersek yanlış olmaz. Tesadüfen bir araya gelmedik. amaçlanmış bir biçimde birlikteyiz. Dolayısıyla burada Türkiye’de başka hiçbir okulda olmayacak bir kuramsal ağırlığın olacağını söylemek mümkün. Tasarım ile kuramın bütünleşeceği imkanı üzerine konuşabileceğiz gibi geliyor. Her okul bunu iddia eder. Tasarımla kuramsal etkinliğin bağımsız olmadığını konuşur, ama bunu sağlamak birincisi sayısal olarak mümkün değildir. İkincisi, birlikte davranabilme imkanı vermeyecek biçimde farklı öğretimsel hedefleri olan kişileri barındırır okullar. En azından burada birbirinin dilinden anlayan insanlar var. Bunlar ulaşılabilir hedefler olarak görülüyor. Onun dışında başka çok iddialı olduğumuz bir nokta yok. Ancak şu söylediğimin kendisinin yeterince iddialı olduğu kesin.
ÖY: Son olarak, yüksek lisans ve doktoraya başvurmak isteyen öğrencilerin ne yapması gerekiyor. İnternet sitesinde gösterilen yolu izlemeleri yeterli mi?
UT: Bu yılın yüksek lisans programı kış döneminde açılacak. Tabii bu sadece yüksek lisans için geçerli yoksa tüm programlar aslında hazır. Lisans öğretim dönemi Eylül’de başlayacak. Fakat yüksek lisans ve diğer programlar için Ankara’ya kadar uzanan ve devam eden uzunca bir onay süreci var.
(Aşağıdaki sorular Twitter üzerinden başkaları tarafından sorulmuş ve Tanyeli’ye tarafımdan iletilmiştir.)
ÖY: Ülkenin gelenekçi -daha doğrusu teamülcü- yapılarındaki direncinin gücünü ve sürdürebilirliğini nasıl okuyorsunuz? Akademik dünyanın teamüllerinde olası çözülmeler için iyimser olabilir miyiz?
UT: Türkiye’de üniversitelerde teamülcü bir yapı olduğu kanısında değilim. Teamül, akademik pratiklerin yüzyıllar içinde uygulana uygulana otomatizm edindiği üniversiter geleneklerde sözkonusudur. Olumsuz değil, aksine çok olumlu birşeydir. ABD’de, İngiltere’de, Almanya’da sayısız sorun yasa ve yönetmeliklerle çözülmez; kararlar çoğunlukla teamüllere göre verilir. Bunun için, öğretim kadrosunun yönetimde olsun olmasın birbirine saygı gösterdiği, mutabakat aradığı, ikna etmek için konuşabildiği bir düzen kurmak gerekir. Sizin sorunuzu teamül değil, Türkiye akademyasındaki kemikleşmeler ve hiç akademik denmeyecek eskimiş bürokratik yapılanmalar şeklinde anlıyorum. Bu açıdan akademya hakkında çok olumlu şeyler düşünmüyorum. En önemli olumsuzluk, akademyanın aşırı hiyerarşik alışkanlıklarıdır. Akademik sistemde yer alanlar kendilerini genellikle eşitlerden oluşan bir camianın üyeleri olarak görmezler; birbirlerine emir-komuta zinciri içinde bağlı sayar ve bürokratik rutinin egemenleri olarak görürler. O sayede, kolayca siyasal inaçlarına göre ayrımcı yaklaşımlar geliştiriler. Bilgi sistemi açısından değil, siyasal anlamda iktidar talepleri üretirler. Bu durumun kolay kolay değişeceğini, sizin deyiminizle çözüleceğini sanmıyorum. Sistem böyle kurulduğu için aksine dönüşmesi imkansızdır neredeyse. İyimser değilim. Olsa olsa, bu genel memur-akademisyen siyasal zihniyetinin içinde küçük özgürlük cepleri yaratmak, gündelik siyasetin ve iktidar dilinin dışında kalmak ve ancak o zaman düşünce üretimi yapmak mümkündür. Onlar da en iyi ihtimalle bir süre yaşar, sonra çökerler; yazık ki devam edemezler. Yıldız’da benim ve bir grup arkadaşımın yapmak istediği oydu. Bir ölçüde yapılabildi, bir süre yaşadı. Artık yaşayamadığı için, başka bir cep kurmak mümkün mü diye uğraşıyoruz.
ÖY: Eski Mardin’de ev tutacak mısınız?
UT: Şimdilik, hayır.
ÖY: YTÜ’den ayrıldıktan sonra herhangi bir akademik faaliyet içine (eğitim faaliyeti) girmeden sadece yazmayı düşünmediniz mi?
UT: Bir an bile düşünmedim. Yazmak ve düşünmek için gerçekten aktif bir akademik etkinlik nüvesinin içinde konumlanmak, tartışmak, anlatmak, anlamak, itiraz almak, itiraz etmek gerekir. Bunun anlamı, özellikle lisansüstü ve doktora öğrencileriyle bir arada bulunmanın bir zorunluluk olduğudur. Çoğu fikrinizi o ortamda geliştirirsiniz. Ortaya bir fikir koyar ve onun tartışılarak gelişmesini, denenmesini umarsınız. Ortam, gerçekten canlı bir akademik ilgiyle karakterize oluyorsa, size bu imkanı verir. Bir akademisyenin marifeti de bu akademik ilgiyi sürekli canlı tutmayı başarmaktır. Öğrencilerinize ve meslektaşlarınıza taze, daha önce duymadıkları sözler söylerseniz onların da en azından bir kesimi uyanık kalır. Kuşkusuz, onların taze sözleri de sizi uyanık tutar. Yıldız’da birkaç yıl boyunca, öğle yemeklerimizin bile çok verimli akademik tartışma-diyalog antrenmanları olduğunu hatırlıyorum. Şunu da belirteyim: Bazı ülkelerde düşünsel ortam akademya dışında da bu tartışma ve diyalog imkanını sağlar. Türkiye’deyse böyle bir fırsat akademyada bile çok ender bulunur. O yüzden, “sadece yazmak” bence –en azından şimdilik- imkansız.