7 Haziran seçimlerine kısa bir zaman kaldı. Türkiye tarihindeki her seçimi önemli kabul ettiğimiz gibi bunu da önemli kabul ediyoruz. Pazar günü gidip oyumuzu kullanacağız, bu yazıyla bir diyalog kurabilenlerin hemen hepsinin oyunu hangi partiye vermeyeceğini biliyoruz. Öte yandan Türkiye politikasında bir çizgideki X parti ortadan yok olunca onun yerini aynı çizgideki Y partisinin hemen alabildiğini de biliyoruz. Yani seçim sonuçları ne olursa olsun Türkiye politik ortamında hızlı bir dönüşüm beklemek pek anlamlı değil.
Bugünlerde çoğumuzun gündeminde politika; taksilerde, yolculuklarda, jürilerde, kafelerde hep politika konuşuyoruz. Bir çıkış arıyor ama bulamıyoruz. Eminim bu yazıyı okuyan siz de, kendinize ait bir şeyler bulacaksınız. İktidar partisi kaybetse ne olur, karşısında güçlü bir muhalefet mi var diyeceksiniz. Geri kalan 3 partinden hiçbirine “gönlüm rahat bir şekilde oy vermeyeceğim” diye mırıldanacaksınız. Bazılarımız gibi acaba çekip gitsek mi buralardan diyeceksiniz…
Neredeyse tüm varlığını inşaat sektörüne dayamış bir kalkınma anlayışının hâkimiyeti altında, bugünlerde tasarımla, çevreyle, kentle ilgili olumlu şeyler yazmak kolay değil. Yazılanlar ister istemez kara yazılar.
Daha iyi kentlerde yaşamak, gelecek nesillere daha yaşanabilir bir çevre, daha iyi bir ülke bırakmak için yıllar boyunca çeşitli önlemler aldık. Kurumlar, kurullar, bakanlıklar kurduk; STK’larımız oldu; kanunlar çıkardık… Bugünlerde ise çevrenin, kentlerin gördüğü zarar için çoğunlukla mevcut iktidarı suçluyoruz. Kuşkusuz ki son dönemde çevreye ve kentlere verilen zarar çok büyük. Öte yandan aldığımız tüm tedbirler birer birer düştü. Kurumlarımız kurullarımız kanunlarımız işe yaramadı.
Eğitim şart! Öyle de mimarlık okulları eğitimde ne kadar başarılı oldu? 20 yıl önce ne konuşuyorsak bugün hala onu konuşuyoruz. Onca yıl sonra bugün elimizde paralı mimarlık eğitimi sistemi var. Özel okulların mimarlık öğrencisi kontenjanı devlet okullarının iki katını bile geçmiş durumda. Hal böyle iken, bir kısmımız özel eğitim sisteminin en önemli parçaları iken de mevcut iktidara şiddetle yükleniyoruz. Bu iktidar hak ediyor da. Ama peki ya özelleşmiş eğitim bu sorunların en ortasında duruyorsa…
Mimarlar Odası örneğin. Meslek örgütü yıllar boyu yapıcı olmayan politikaları nedeniyle eleştirildi. Kendi üyeleri üzerinde dahi bir yaptırım gücü olmadı. Yarışmalar veto etti ama veto ettiği yarışmalara mimarlar katıldı. Oda, veto ettiği ile kaldı. Devlet kurumlarıyla, belediyelerle, imar planlamaları ile mücadele yönteminde hep mükemmel çözümü aradı, uzlaşmacı olmadı. Gerektiğinde kurumları dava etti. Tüm bunları yaparken, belki 50 senede, henüz ortalık toz duman olmamışken mimarların ve biraz da kamuoyunun zihninde yaratılabilen pozitif Oda algısının rüzgârını kullandı. Vize ücretlerinden akan müthiş kaynak sayesinde çok işler yaptı, belki çevreye ve kentlere verilecek nice başka büyük zararları da engelledi. Ama belki de daha müzakereci olsa kentlere çevreye daha az zarar gelmesini de sağlardı. Kim bilir…
Kurul ya da Anıtlar Kurulu diyoruz kısaca. Tam adı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu. Tarihi yapılarımızı, tarihi dokularımızı korumak amacıyla kurulmuş, mevzuatı da olan kurullar. Kurula yapılan üye atamaları hep gündemdeydi, hem “bizden olmayan” atanırdı. Aslına bakarsanız bizden ya da değil kurul mekanizmaları hep sorunlu çalıştı. Belki de asıl sorun gücünü sadece kanundan almasıydı, belki gerçek bir koruma talebi hiçbir zaman oluşmadı bu topraklarda. En önemli okulların profesörleri, korumacıları tam da koruma beklerken imzayı atmadı mı? Bizden değil miydi o imzaları atanlar…
Nafia Nezareti, Vekâleti; Bayındırlık, İmar ve İskân, Bayındırlık ve İskân derken Çevre ve Şehircilik oldu adı. Bayındırlık olduğu zamanlara ilişkin iyi hislerin, o zamanlar en azından bir grup mimarın Bakanlık’la iletişim kurabilmesinden kaynaklandığını sanıyorum, ancak sanabiliyorum o günleri yaşamadım çünkü. Hiçbir dönemde tasarıma, mimarlığa ve mimara; planlamaya yeterli önemin verilmediğini mesleğe ve meslektaşlara gereken saygının gösterilmediğini düşünüyorum. Bugün öyle olduğunu biliyorum, geçmiş yıllarda da farklı değildi herhalde. Türkiye’de kentler ve çevre elden gitmiş, kamu yapılarının kayda değer, üzerinden tartışılabilecek hiçbir yanı yok ama bir Bakanlık var bu meselelerle ilgili. Trajikomik. Bakanlıkla ilgili yazacak söz bulamıyorum.
Köprüler yaptık. Önce Boğaziçi Köprüsü yetmedi ardından Fatih Köprüsü. Şimdi 3. Köprü. Bunlar çözüm olsun diye yapılan ama başa bela olan cinsten imar faaliyetleri. Duble yollar yaptık, otoyollar. Seçim reklamlarında propaganda aracı olarak kullanılan şahane görüntülü yollar tamam da İzmit’ten Sapanca’dan; Bahçeşehir’den başlayan trafik ne olacak? Akıllı telefonlar ve müthiş zihin oyunlarıyla çözüm arayan şoförler yetiştirdiğimiz kesin de yollar ne işe yaradı bilinmez.
Bir deprem olursa çok kaybımız olur bu binaları acilen yenilememiz lazım dedik. Bunun iletişimini çok sıkı yaptık. Toplumun aklına kentsel dönüşümü soktuk. Toplum, mimarlarımız, belediyelerimiz depremi hatırlıyor mu bilmiyorum ama kentsel dönüşüm diye bir kavramımız var artık. Saf rant. Elbette rant olacak ama rant nitelikli çevre oluşmasının önüne geçmeyecek. Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki kanun, nitelikli mekânlar oluşturmak için destek olmak bir yana dursun var olanları yok etmek için adeta bir terminatör gibi. Kadıköy’deki vahşet durumu tek başına anlatır.
Sistem kurmak, kurulan sistemi işletmek konusunda ciddi bir zaafımızın olduğu çok açık. En tepeden toplumdaki her bir bireye ve en makro ölçekten mikro ölçekli sorunlara kadar hukuksuzluk ve kendi hukukunu tesis etme toplumun her yanını sarmış durumda. İktidarı ele geçiren hemen kendi merkezi bakış açısını oluşturuyor. Hükümet yönetmekteki bencillikle kuyrukta önümüze giren bencillik arasında fark yok. Toplumun ayarlarında bir sorun var.
Yöneticilerimizin de toplumun da artık akıl sağlığı yerinde değil. Kurduğumuz tüm sistemler çöktü. Peki, ne olacak çevreye, kentlere?