Bugünkü Sabah Gazetesi’nden bir haber:
Fay Canına!
1999 depremi sonrası DSP-MHP-ANAP koalisyonunun oluşturduğu 57’nci hükümetin Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın ‘fay hattı koruma bandı’ için belirlediği alanların hiçbir jeolojik etüt ve jeoteknik incelemeye tabi tutulmadığı tespitine varıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi itiraz sahiplerini haklı bularak, 2013’teki mahkeme kararın da emsal kabul edip fay hattı koruma bandı düzenlemesini iptal etti.
Son 10 yılda Türkiye’de, “kalkınma”ya paralel olarak medya da semirdi. Artık her gazetenin bir emlak eki var. Eklerin olmadığı günlerde gazete reklamlarının büyük bir kısmı hep inşaat sektörü ağırlıklı reklamlardan oluşuyor. Ya bir konut ya da bilemedin ofis projesi reklamı ya da yapı malzemesi reklamı gazetelerin reklam pastasının büyük dilimini oluşturuyor. Sadece hükümet yanlısı gazetelerde değil, hükümete en karşı ya da ortada olanlarda da durum aynı.
Aylar önce Ağaoğlu Birgün’e reklam vermişti ve Birgün’ün reklamı alması başlı başına bir gündem maddesi olmuştu. Şahsen Türkiye’deki mevcut durumdan bağımsız olarak reklam ve haberin tümüyle ayrı yürütülebileceğini, yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. İri ya da ufak herhangi bir şekilde medyada var olunacaksa başka bir çaresi de yok gibi. Ülke bütün varlığını inşaat sektörü üzerinden tanımlıyor neredeyse.
10 sene önce Türkiye’de emlak gazeteciliği diye bir kavram yoktu. Bugün var. Bu gazetecilik türü geliştiricilerin proje lansmanlarıyla oluştu. Geçtiğimiz 10 yılda İstanbul’daki 5 yıldızlı otellerin çoğunda hemen her sabah bir basın toplantısına rastlamak mümkündü. İletişim şirketleri “haftanın şu günü şunun lansmanı var, sizin toplantı bugün olmaz şu gün yapalım…” derlerdi müşterilerine, halen aynıdır durum herhalde. Tıpkı THY’nin Atatürk Havalimanı’na inen inanılmaz sayıdaki uçağının yoğunluğu ve seriliği gibi inanılmaz sayıda lansman yapıldı gayrimenkul sektöründe. Yetmedi, re-lansman, olmadı ünlü bir futbolcu / şarkıcı ile konser…
Gayrimenkul ve inşaat malzemesi şirketlerinin STK’ları olan kurumlar da eksik kalmadılar bu furyadan. Yayınları, düzenledikleri kongreler, araştırmacı profesyonel akademisyenlerinin çalışmaları ile her zaman medyanın ilgi odağı olmak istediler. Onlar da lansmanlar, basın buluşmaları, basın iftarları düzenledi. Emlak gazetecileri bu STK’ların patronlarının açıklamalarını dikkatle dinlediler. Mimar patronların STK’ları (Mimarlar Odası değil kastettiğim kurum) bu furyaya dâhil olmadılar, belki de olamadılar bilmiyorum. Ama üye yapılarının heterojenliği gereği olamazlardı zaten.
(Yeri gelmişken, şurayı açalım: Etik değerleri, ülkenin fiziksel kalitesini kendisine birinci dert olarak belirlemeyen hatta çok da önemli bulmayan mimar patronlardan oluşan bir STK yok, bence bunun olması da gerekiyor. Ciddi olarak yazıyorum. Bir konuda aynı düşünen insanların bir araya gelerek sivil bir güç oluşturmalarını alacağımız yolda en önemli adımlardan birisi olarak görüyorum.)
Emlak gazeteciliği yapan gazeteciler bir yandan gazetelerinde çalışırken bir yandan da kendi yayınlarını oluşturmaya başladılar. Bu yayınlar ağırlık olarak web siteleriydi. Tasarım ve içerik niteliği son derece sorunlu olarak bir iki web sitesiyle başlayan yayıncılık bugün kocaman bir sektör oldu. Gazeteciler zamanla gazetelerinden de ayrılarak kendi şirketlerini birer dev emlak yayınına dönüştürdü. Bugün günlük olarak güncellenen yüzün üzerinde web sitesinin varlığından bahsetmek yanlış olmaz. Bu yayınlardan bazıları yayıncılığa paralel olarak emlakçılık, kimisi organizasyon işleri, bazıları iletişim danışmanlığı, fuar organizasyonları yaptılar, yapıyorlar.
Emlak gazeteciliği nedir, ne yazarlar, pratikte nasıl işler bu sistem peki?
Esasında ilk günlerde bir kaç gazeteci, birkaç iletişimci, birkaç geliştirici ve bir STK’yla bir fuardılar… Bu küçük grup arasındaki ilişkiler özellikle MIPIM fuarında güçlendi. Emlak gazetecilerinin ve evet burasını atlamamamız lazım sadece emlak gazetecileri değil önemli köşe yazarları ve en önemlisi gazetelerin reklam müdürlerinin MIPIM’de ağırlanması gerçekten muhteşemdi. Oradaki ışıltılı hayata kapılmamak çoğumuz için mümkün değil. Sen bunları nereden biliyorsun diyenler olabilir. Sanırım 2005 yılından itibaren 2013 yılına kadar Cannes’daki MIPIM ve MAPIC fuarına defalarca ben de gittim. Fuarı izledim, nefis deniz ürünlerini yedim, muhteşem partilere katıldım. (Hiçbir zaman bir gayrimenkul şirketi tarafından ağırlanmadım.) 2013 yılında önce Emek Sineması’nın dönüştürülmesi protestolarında Costa Gavras’a gaz sıkılması, ardından 1 Mayıs’ta Galata Köprüsü’nün açılması ve nihayet Gezi olayları sonrasında Arkitera’nın gayrimenkul alanındaki varlığına ara verilmesi kararını aldım. Ondan sonra da ne MIPIM’e ne de başka bir gayrimenkul fuarına katılmadım. Bu yazı vesilesiyle ArkiPARC’ı neden yapmadığımız da açıklanmış oldu.
İyi ki de 2013’te o kararı almışız, Gezi’nin ardından 17 ve 25 Aralık’ta seri olarak ortaya çıkan ses kayıtlarını takiben gayrimenkul sektörü kendi içinde de paramparça oldu. Ancak para o kadar toparlayıcı bir çimento ki sektör kendi iç dinamikleriyle bir şekilde dengede kalmayı başardı, başarıyor.
“Esasında ilk günlerde bir kaç gazeteci, birkaç iletişimci, birkaç geliştirici ve bir STK’yla bir fuardılar” demiştim. MIPIM ve GYODER’in toplantılarıyla gelişen ilişkiler, her sabah yapılan lansmanlar sektörü giderek güçlendirdi ve sonunda bugünkü halini aldı. Bugün emlak gazeteciliği ile gayrimenkulcüler arasında çok sıkı bir bağ var. Bunun hiçbir yanı kötü değil, hatta belki olması gereken de bu.
Tam da burada başka bir sorun başlıyor: Emlak gazetecileri ile birlikte iki tür gazeteciye daha ihtiyaç var: Birincisini Radikal Gazetesi, Ömer Erbil, Elif İnce, Serkan Ocak gibi isimlerle biraz karşıladı. Daha sonra Elif İnce’nin başına gelenleri biliyoruz. Bu gazeteciler araştırmacı gazetecilik yaparak imarla ilgili haber değeri taşıyacak hile hurdanın peşinde olmalı. Toplumu imar kurallarını ahlaksızca çiğneyenler, çalıp çırpanlar hakkında bilgilendirmeli. Bu gazetecilerin kimsenin delemeyeceği kadar güçlü zırhları olmalı. Patronları devlet baskısı altında olmamalı, bu tür gazetecilik yapılabilmesi için toplum bıçakla kesilmiş gibi ikiye ayrışmış olmamalı. Medya yandaş ve muhalif diye berrak bir şekilde seçilememeli. Bugün öyle değil. Şu andaki medyada Gülen Cemaati ile hiç ilgisi olmayan, hiç ulusalcı da olmayan, hatta hafif dindar bir gazeteci bile imar suçları haberi yapsa anında “paralel” olarak işaretlenebilir ya da işinden attırılabilir. Medyada çözmemiz gereken sorunlardan birisi bu gazeteci türünü yeniden koruma altına almak.
İkinci tür gazeteci, imar suçları, hırsızlık gibi yasal olarak da suç olabilecek açıdan ele almak yerine meselelere çok daha geniş bir açıdan bakabilmeli. Bugünün inşaat mağduru Türkiyesinde bu konuda da haber potansiyeli sonsuz nasılsa… Biraz sosyolojiden anlayan, güncel politikayı takip eden, toplum ve birey psikolojisini de dikkate alan ve en önemlisi ülkenin yapılaşma mevzuatı ve şehirleşme geçmişi ile ilgili fikri olan ve tasarımdan da biraz anlayan bir tür bu aradığımız.
Özetle isimleri şu an sadece size anlatmak için yazarak; emlak, imar ve kentleşme gazetecisi olarak kategorize ettim. Bu benim sınıflandırmam, her tür itiraza ve eleştiriye açık, bireysel bir sınıflandırma. Yazıya aklımda bu üç kategori varken başlamadım ama yazdıkça buraya geldim.
Gelelim yine her zaman söylediklerimize. Evet, niteliksiz şehirlerde yaşıyoruz. Öyleydi son 10 yılda katmerli hale getirildi. Yakın gelecekte toplum olarak kentlerimiz, çevremiz, doğamızla daha iyi bir ilişki kuracaksak bunun önemli paydaşlarından birisi de medya olacak.
Bir yandan medya denen kavramın değiştiğinin de farkındayım, hepimiz farkında olalım. Ama yine de gazetelerin belli bir okuyucu kitlesi, TV’lerin belli bir izleyicisi var. Emlak gazeteciliği kıvamımın ötesine geçemeyen gazete ve çeşit çeşit ev dekorasyonu programlarının bir adım ötesine geçemeyen TV yayıncılığıyla olmaz bu iş.
Tasarım ve mimarlık programları TV’lerde gazetelerde yer bulmalı. Devletimizin Kültür Bakanlığı, nasıl bir gelir elde etmek amacıyla orada değilse benzer şekilde bu yayınlar medya para kazanmasa da yayında olmalı. Bir adım ötesine geçelim, bu konuda kamu spotları bile yayınlanmalı.
Öte yandan mimarlığın toplum, devlet ve en önemlisi devlet bürokrasisi nezdindeki itibarı yeniden tanımlanmalı. Bu tanım yapılmadan mimara “mimar nedir ki, o sadece bir supplier…” diyen “developer” ve onun STK’sı, bunların medyası ile geldiğimiz nokta ortada çünkü.